31 Mart 2012 Cumartesi

Back in business

Sevgili internet;
Merhaba. Uzun zamandır yazmıyordum evet... Writer's block yaşıyordum uzun bir süredir. Hep yazmak istedim. Ama bir türlü yazamadım. Blog tutmaya devam etme isteğim nihayet somut bir girişime dönüştü ve yazmaya başlıyorum. Hayatımdaki gelişmelerden bahsetmeye, yazıya başlığı veren işe geri dönüşümden başlamalıyım.
Geçen sene, okuluma çok yakın olan, Kazancı yokuşundaki Feride Restaurant'ta çalışıyordum. Öğlenleri, okul arasında gittiğim, 1.5 saatlik bir işti bu. Restorandaki görevim kuryelik/servis elemanlığı idi. Ama asıl görevim kuryelikti. Sipariş olmadığı zamanlarda servis işlerine yardım ediyordum.
1.5 saatlik çalışma karşılığında 15 lira ve bir öğün yemek alıyordum. İş sonunda yediğim bu yemekler, işin en güzel kısımlarından biriydi. Bu restoranın özelliği açık büfe ev yemekleri yapması. Hergün onlarca çeşit, inanılmaz lezzetli ev yemekleri yapıyorlar. Patlıcan kebap, hünkar beğendi, mücver, samanyolu kebap, pilav, soslu makarnalar, bildiğimiz karnıyarık tarifiyle yetinilmeyip, türlü değişik yöntem ve malzemeyle süslenip bezenmiş üst seviye karnıyarık, buğday salatası, patates salatası, brokoli salatası, çin usulü tavuk, kapuska, pırasa, kısır hatırlayabildiğim yemeklerden. Hatırlayamadığım ve ismini bilmediğim bir o kadar daha yemekle donatılmış koca bir büfe var restoranda. Mesai bitiminde çalışanlar olarak büfenin başına geçip kendimize mükemmel bir tabak hazırlıyoruz. Ben geçen sene, uzun bir süre bu işte çalıştıktan sonra işi bırakmıştım. Geçenlerde Arif Abi aradı, adam lazımmış, ben de tekrar işe başladım.
Bu restoran öyle bir restoran ki, civarında çok fazla işyeri binası var ve bu büyük küçük şirketlerin işyerlerinde çalışan, biraz da iyi para kazanan insanlar öğlenleri gerçekten aç oluyorlar. Ve Fındıklı'da, düzenli geldikleri, güzel ev yemekleri yapan, güvenilir ve kendilerini evlerinde hissettikleri Feride'ye geliyorlar. Büyük bir kısmını sabah erkenden uyanıp gittikleri işyerlerinde geçirdikleri günlerinin belki de en güzel kısmını geçiriyorlar burada. Öğlen saat 12 ile 1.5 arasında, yani bu şirketlerin öğle tatili zamanında restoran dolup taşıyor, en yoğun saatlerimizi yaşıyoruz ki aslında gün içinde hemen hemen sadece bu 1.5 saatlik zamandır Feridenin iş saatleri. Bizim restoran, camekan kapısından içeri girdiğinizde, yüksek tavanlı, geniş atmosferiyle karşılar sizi. Yüksek tavanlılığın sunduğu imkan bir asma katla değerlendirilmiş. Girişte, salonun ortası sıra sıra masalarla doludur. İçeri girdikten sonra sokak boyunca, yani camekana paralel sola doğru yürüyüp, büfenin başına gelirsiniz. Oldukça fazla çeşit olan yemeklere şöyle bir bakarsınız. Yemeklerden birkaçı için "Hmm, bu nedir acaba?" dersiniz. Fatma Abla size yemeğin adını söyler. "Eee tamam o zaman, biraz ondan alayım, biraz şundan, biraz da şundan" dersiniz. Tabağınız doldurulur. Büfenin sonunda Ruzen Abla durur. Ruzen Abla sert görünüşlü, dominanttır, ama bir o kadar da sevecen ve anaçtır da. Seçtiğiniz yemeklerle doldurulmuş tabağınız size uzatılır, Ruzen Abla tabağınıza şöyle bir bakar ve size bir fiyat söyler. Bu arada kendisi bir yandan, gelen siparişleri hazırlamaktadır. Büfenin bitiminde, köşede Arif Abi kasasının başında beklemektedir. Arif Abi, kafa bir adamdır. Müşterileriyle ve çalışanları ile güzel muhabbeti vardır. Kafasında, asla çıkarmadığı şapkası yine durmaktadır. Birkaç tane şapkası var ama en çok, önünde cazador yazan kırmızı şapkasını takar. Her zamanki gibi sizi güleryüzle karşılar, selamlaşırsınız. Ücreti ya şimdi ödersiniz ya da kalkarken ödemek üzere, ya üst kata çıkar, ya da giriş katındaki bir masaya yerleşirsiniz. Feride'ye, çalıştığınız yerdeki iş arkadaşlarınızla gelmişsinizdir elbet. Oturduğunuz masa iş arkadaşlarınızla doludur. Onlarla muhabbet etmekle meşgul olduğunuzdan, içerideki yoğun koşuşturmaca, acele ve telaş havası radarınızda pek farkedilmez. Feride bir aile restoranıdır. Arif Abi, Fatma Abla, Ruzen Abla, ve diğerleri kardeş ya da onun gibi birşeydirler. Aralarındaki muhabbet ve alışveriş keyiflidir. Biz de orada çocukları gibiyiz. Zaten Arif Abi çalışanlarını özellikle bizim okuldan seçer. Sanatçı adamın hali başka oluyor tabi. Orada İngilizce bilen tek insan ben olduğum için de, restorana turist müşteriler geldiğinde aranan adam oluyorum. Genel olarak zaten sempatik şımartılan, sevilen küçük çocuk rolündeyim  işyerinde. Neyse; Arif Abi ve kasasının yanından devam ederseniz, Arif Abi'nin arkasındaki kabinin arkasında tuvalet vardır ve hemen yanında karşı köşede asma kata çıkan merdiven vardır. Bu merdivenlerden de alt kata mutfağa iniliyor bir de tabi. Mutfakta şiveli Türkçesiyle, göçmen Tülin Abla var. Dur durak bilmeden yemek yapıyor. Siparişlerin ardı arkası kesilmiyor. Tülin Abla'nın annesi de bulaşıkları yıkıyordu ama artık o çalışmıyor, onun yerine başka bir bulaşıkçı bulmuşlar.Sabah, öğle tatili gelmeden mutfakta yapılıp yukarı büfeye çıkarılan yemeklerin dışında, bir takım başka yemek sipraişleri veriliyor. Yukarıda misafirlerin ağırlandığı, siparişlerin alınıp götürüldüğü bir telaş yaşanırken Tülin Abla da aşağıda bu siparişlerle uğraşıyor. Bunlardan en ünlülerinden biri corodo denen tavuklı salata. Bu salatadan hergün onlarcasını sahiplerine ulaştırıyorum. Çok güzel bir görüntüsü var ama yemek hiç nasip olmadı. Bir diğeri ise penne chicken alfredo. Bu benim de bazen yaptığım kremalı tavuklu mantarlı makarna. Henüz mesai saatim bitmemiş ve ben hala çok açken, penne chicken alfredoyu götürdüğüm yerin asansöründe, üzerindeki streç filme burnumu dayayıp kokusunu içime çekmeye bayılıyorum.
Arif Abi ve diğerleri, yoğun olduğumuz saatlerde biraz fazla gergin oluyorlar. İşi çok ciddiye alıyor ve çok aceleyle çalışıyorlar. Özellikle Arif  Abi herşeyi kontrol altında tutmaya çalışan mükemmeliyetçi bir yapıya sahip. Bilgisayarda, zamana karşı yarıştığınız, aceleyle müşterinin istediği yemeği pişirip servis ettiğiniz oyunlara benziyor bu iş. Ama onlardan çok daha iyi çünkü bu onun gerçeği, çok daha fazla ayrıntısı var ve grafikleri çok daha iyi. Ayrıca oyuna parmak uçlarınla değil tüm vücudunla müdahale ediyorsun. Bir aşağı bir yukarı, tabak taşıyorsun, sipariş götürüyorsun, insanlara afiyet olsun diyorsun, 5-6 tabağı birden ter içinde Fındıklı'nın dik yokuşlarından ve merdivenlerinden çıkarıyorsun. Kirlileri aşağı indirip, büfede tabak kalmadıysa çok hızlı mutfağa inip yıkanmış tabakları kurulayıp yukarı çıkarıyorsun. Bu sayede tabi kaslarımı da geliştirmiş oluyorum. Gerçekten de spor salonuna gitsem bu kadar sert bir antrenman yapıyor olamazdım.
Bütün bunların üstüne bir de para aldığımdan ve şahane yemek yediğimden bahsetmeme gerek bile yok. O yüzden bu işi çok seviyorum. İşteki herkesi de sevdiğim için iyice seviyorum...
Bir de tabi sipariş götürdüğüm bazı yerlerdeki, kendini bir bok sanan, takım elbiseli iş adamları var. Seni aşağı görüyorlar resmen. Bu adamlarla, yine aynı şirketin çaycısı ya da güvenlik görevlisiyle kurduğum diyalog, alışveriş bambaşka oluyor. Onlarla aramızda gülümsemeler, kolay gelsinler, bir halden anlama oluyor. Ama diğer dallamalar sanki seninle arasına bir mesafe koyuyor, seninle ilişkisini olabildiğince profesyonel bir düzeyde tutuyor, soğuk bir tavır takınıyorlar. Yani yerini bilmelisin, tabii ki de kendisiyle aranızda bir takım seviye farkı olmalı. Ama o gerizekalıların, işlerini benim işimi sevdiğimin onda biri kadar bile sevdiklerini sanmıyorum. Herneyse o herifler umrumda bile olmuyor, benim için, insanlar arasındaki bu farkları gözlemlemek ve onlarla kurduğum ilişkilerde, benim gibi diğerleriyle birlikte emekçi olarak var olmak önemli olan.
Hayatımda bir gelişme daha var; 2-3 hafta önce okulda Murat ve Ali erasmusa başvurduklarını söylediler. Ve o gün son başvuru günüydü. Ben de hemen o anda erasmus yapmaya karar verdim. Bu gerçekten güzel bir fırsattı ve değerlendirmezsem ileride pişman olabilirdim. Başvuru için gerekli belgeleri hemencecik toparladım ve başvurumu yaptım. Geçenlerde ingilizce sınavı olduk, 90 aldım ve Murat'la seneye İspanya'ya gideceğiz. Sevilla'ya...
Bu arada uykum geldi. Yazıyı bir şarkıyla bitirmek istiyorum. Şu anda bunu dinlediğim için, bunu seçtim