4 Ağustos 2014 Pazartesi

+18

Sevgili internet,
"18+" ibaresinin, "+18" şeklinde ve çok yaygın olan yanlış kullanımı, beni bu konuda yazmaya itecek derecede rahatsız ediyor. Artı işareti bir sayının soluna yazılırsa, bu; o sayının başka bir sayıya eklenmek istendiğini ifade eder. Sağ tarafına yazmak ise o sayıya başka bir sayının ekleneceğini ifade eder. Bahsettiğimiz ibarenin amacı insanları, içeriğin yalnızca 18 yaş ve üzeri insanlar için uygun olduğu konusunda uyarmak. İbarenin içindeki artı işaretinin kullanım amacı, yapılmak istenen uyarının amacına uygun olarak, "18" değerini arttırmaktır, onu başka bir sayıya eklemek değil. O halde ibarenin doğru kullanımı, artı işaretini 18 sayısının sağına yerleştirmektir. İnsanların bu kadar basit bir mantığı kurmaktan yoksun olduklarını düşünüyor değilim elbet. Bu mantığı kuramıyor olmaları değil, kurmamayı tercih etmeleri, yaygın olana itibar etmeleri beni rahatsız ediyor.
Aynı şey yaprak dolması için de geçerli. Yaprak sarması, kabak ve biber dolması gibi yemekler, adlarını hazırlanış biçimlerinden alırlar. Yemeğin iç malzemesi kabak ve biberin içine "doldurulur", yaprağın içine ise "sarılır". Bunun çok iyi biliniyor olmasına rağmen insanlar yine de "yaprak dolması" lafını sarfedebiliyorlar. Neden bahsettikleri anlaşılıyorsa, dil bilgisinin, mantığın, doğru konuşmanın çoğu insan için hiç önemi yok. Duydukları söz öbeklerini kendi mantık süzgeçlerinden geçirmeden, olduğu gibi kelime dağarcıklarına ekleyiveriyorlar. Bunu yazarak insanların konuşma alışkanlıklarını değiştiremeyeceğimi biliyorum ama en azından ben içimi rahatlattım. Oh!



16 Ekim 2012 Salı

Hatasız kul olmaz

Sevgili intenet,
Bugün anatomi dersime uyanamadığım için evdeydim. Anatomi, bugünkü tek dersim olduğu için yapılacak hiçbirşey yoktu ve benim canım çok sıkılıyordu. Kendimi evden dışarı atmak için can atıyordum ama bir o kadar da üşeniyordum. Dersim olmamasına rağmen bisikletime atlayıp okula gitmek, bira içmek, sosyalleşmek ve okulun internetini kullanmak istiyordum. Çok gaza geldiğim bir an yatağımdan hızlıca kalktım, çoraplarımı giymeye başladım, sağ çorabımı giymeyi tamamladıktan sonra birden heyecanımı kaybettim, yavaşladım, durdum, üşengeçliğim galip geldi, "amaaan" dedim, çorabımı çıkarıp tekrar uzandım. Laptop'u kucağıma aldım, bilgisayarda da yapacak hiçbirşey yoktu, internet bile yoktu ama yine de şansımı denedim. Son zamanlarda hep Mark Knopfler dinliyorum. Dün akşam bir değişiklik yapıp, Fevzican'la İran-Hindistan seyahatimizde, couchsurfing yaparak evlerinde kaldığımız insanlara cd´sini hediye etmek üzere hazırladığımız Türk müzikleri playlistinin olduğu, masaüstünde ne zamandır, öylece duran "yerli karışık" adlı klasöre göz atmıştım. Barış Manço klasörünü gördüm. Onları dinleyerek uyukladım biraz, sonra tamamen uyudum. Bugün ise yatağa uzandığımda klasördeki diğer şarkıcılara da bir göz attım; Orhan Gencebay, Sezen Aksu, Cem Karaca... ve daha niceleri. Çoğunu mp3 playerıma attım. Orhan Gencebay'dan "Hatasız kul olmaz" dinledim, gaza geldim, dışarı çıkacaktım. Murat'ın yanına gittim, dışarı çıkmak konusunda gaza getirici sözler söyleyip, onu da ikna ettim. Sonra odama gidip hazırlandım. Murat´ın yanına döndüğümde hala yatakta uzanmakta ve tavanı seyrediyor olduğunu gördüm. "Ee? hadi.. Geliyor musun?" dedim. "Geliyorum" dedi... hala uzanmış vaziyette, bu şekilde 3 saniye hiç birşey söylemeden birbirimizin yüzüne baktık. Sonra birşeyler oldu, sanırım yataktan kalktı ve hazırlanmaya başladı. Ben kendimi bir an önce evden dışarı atmak istediğim için, kaçarcasına, "Ben dışarı çıkıyorum hacı, beni Alameda´nın orada bisikletle gezerken bulursun, sonra gideriz." dedim. Kendimi Alameda´ya attım. Hani sıcak yaz aylarında çoğu cafe´nin dışarıdaki masalarının olduğu yerde, oturan insanları ferahlatmak için küçük fıskiyeler olur ya, Alameda meydanında birkaç farklı yerde bu fıskiyelerden yerlere döşemişler, insanlar yürürken ya da bisiklet sürerken içinden geçiyorlar. Ya da küçük çoçuklar içinde donlarına kadar ıslanıp oyun oynuyorlar. Meydanda bisikletimle oradan oraya geziyordum. Fıskiyelere öyle bir açıdan baktım ki, hani bazen kıyıya carpan dalgalardan yükselen küçük su partiküllerine kısık gözlerle baktığında gökkuşağı görürsün, fıskiyelerden çıkan suyun tamamının içinde gökkuşagı vardı. Sanki yerden gökkuşağı fışkırıyordu. Çok güzel bir görüntüydü. Bu arada Murat´ı beklerken mp3 playerımı açmıştım. Hatasiz kul olmaz açtım yine. Etrafta bisikletimle öylece dönüp durarak, onu dinlerken bisikletim kamyona dönüştü bir anda. Kamyonumla Alameda Meydanı'nı turluyordum. Murat hala gelmedi mi diye bizim sokağa girdim. Ev arkadaşımız Umberto´nun köpeği "Flamenquino" yu sıçırtmak için dışarı çıkmış Murat. Hatasız kul olmaz'ı mırıldanarak, bir yandan hala dinleyerek, yanlarına gittim. "Tam sıçacaktı, dikkatini dağıttın" dedi Murat. Sonra geri döndüler falan, sıçırttı Murat iti. Sonra biraz daha turladım ben kamyonumla, sonunda geldi Murat. Okula doğru yola çıktık. Neyse şimdi de okuldayız işte. Okulun internet odasında bir bilgisayarı kullaniyorum. En son yazdığımda Sevilla´ya geleceğimi yazmıştım. Şu anda buradayım işte. Bu da ders programım:



31 Mart 2012 Cumartesi

Back in business

Sevgili internet;
Merhaba. Uzun zamandır yazmıyordum evet... Writer's block yaşıyordum uzun bir süredir. Hep yazmak istedim. Ama bir türlü yazamadım. Blog tutmaya devam etme isteğim nihayet somut bir girişime dönüştü ve yazmaya başlıyorum. Hayatımdaki gelişmelerden bahsetmeye, yazıya başlığı veren işe geri dönüşümden başlamalıyım.
Geçen sene, okuluma çok yakın olan, Kazancı yokuşundaki Feride Restaurant'ta çalışıyordum. Öğlenleri, okul arasında gittiğim, 1.5 saatlik bir işti bu. Restorandaki görevim kuryelik/servis elemanlığı idi. Ama asıl görevim kuryelikti. Sipariş olmadığı zamanlarda servis işlerine yardım ediyordum.
1.5 saatlik çalışma karşılığında 15 lira ve bir öğün yemek alıyordum. İş sonunda yediğim bu yemekler, işin en güzel kısımlarından biriydi. Bu restoranın özelliği açık büfe ev yemekleri yapması. Hergün onlarca çeşit, inanılmaz lezzetli ev yemekleri yapıyorlar. Patlıcan kebap, hünkar beğendi, mücver, samanyolu kebap, pilav, soslu makarnalar, bildiğimiz karnıyarık tarifiyle yetinilmeyip, türlü değişik yöntem ve malzemeyle süslenip bezenmiş üst seviye karnıyarık, buğday salatası, patates salatası, brokoli salatası, çin usulü tavuk, kapuska, pırasa, kısır hatırlayabildiğim yemeklerden. Hatırlayamadığım ve ismini bilmediğim bir o kadar daha yemekle donatılmış koca bir büfe var restoranda. Mesai bitiminde çalışanlar olarak büfenin başına geçip kendimize mükemmel bir tabak hazırlıyoruz. Ben geçen sene, uzun bir süre bu işte çalıştıktan sonra işi bırakmıştım. Geçenlerde Arif Abi aradı, adam lazımmış, ben de tekrar işe başladım.
Bu restoran öyle bir restoran ki, civarında çok fazla işyeri binası var ve bu büyük küçük şirketlerin işyerlerinde çalışan, biraz da iyi para kazanan insanlar öğlenleri gerçekten aç oluyorlar. Ve Fındıklı'da, düzenli geldikleri, güzel ev yemekleri yapan, güvenilir ve kendilerini evlerinde hissettikleri Feride'ye geliyorlar. Büyük bir kısmını sabah erkenden uyanıp gittikleri işyerlerinde geçirdikleri günlerinin belki de en güzel kısmını geçiriyorlar burada. Öğlen saat 12 ile 1.5 arasında, yani bu şirketlerin öğle tatili zamanında restoran dolup taşıyor, en yoğun saatlerimizi yaşıyoruz ki aslında gün içinde hemen hemen sadece bu 1.5 saatlik zamandır Feridenin iş saatleri. Bizim restoran, camekan kapısından içeri girdiğinizde, yüksek tavanlı, geniş atmosferiyle karşılar sizi. Yüksek tavanlılığın sunduğu imkan bir asma katla değerlendirilmiş. Girişte, salonun ortası sıra sıra masalarla doludur. İçeri girdikten sonra sokak boyunca, yani camekana paralel sola doğru yürüyüp, büfenin başına gelirsiniz. Oldukça fazla çeşit olan yemeklere şöyle bir bakarsınız. Yemeklerden birkaçı için "Hmm, bu nedir acaba?" dersiniz. Fatma Abla size yemeğin adını söyler. "Eee tamam o zaman, biraz ondan alayım, biraz şundan, biraz da şundan" dersiniz. Tabağınız doldurulur. Büfenin sonunda Ruzen Abla durur. Ruzen Abla sert görünüşlü, dominanttır, ama bir o kadar da sevecen ve anaçtır da. Seçtiğiniz yemeklerle doldurulmuş tabağınız size uzatılır, Ruzen Abla tabağınıza şöyle bir bakar ve size bir fiyat söyler. Bu arada kendisi bir yandan, gelen siparişleri hazırlamaktadır. Büfenin bitiminde, köşede Arif Abi kasasının başında beklemektedir. Arif Abi, kafa bir adamdır. Müşterileriyle ve çalışanları ile güzel muhabbeti vardır. Kafasında, asla çıkarmadığı şapkası yine durmaktadır. Birkaç tane şapkası var ama en çok, önünde cazador yazan kırmızı şapkasını takar. Her zamanki gibi sizi güleryüzle karşılar, selamlaşırsınız. Ücreti ya şimdi ödersiniz ya da kalkarken ödemek üzere, ya üst kata çıkar, ya da giriş katındaki bir masaya yerleşirsiniz. Feride'ye, çalıştığınız yerdeki iş arkadaşlarınızla gelmişsinizdir elbet. Oturduğunuz masa iş arkadaşlarınızla doludur. Onlarla muhabbet etmekle meşgul olduğunuzdan, içerideki yoğun koşuşturmaca, acele ve telaş havası radarınızda pek farkedilmez. Feride bir aile restoranıdır. Arif Abi, Fatma Abla, Ruzen Abla, ve diğerleri kardeş ya da onun gibi birşeydirler. Aralarındaki muhabbet ve alışveriş keyiflidir. Biz de orada çocukları gibiyiz. Zaten Arif Abi çalışanlarını özellikle bizim okuldan seçer. Sanatçı adamın hali başka oluyor tabi. Orada İngilizce bilen tek insan ben olduğum için de, restorana turist müşteriler geldiğinde aranan adam oluyorum. Genel olarak zaten sempatik şımartılan, sevilen küçük çocuk rolündeyim  işyerinde. Neyse; Arif Abi ve kasasının yanından devam ederseniz, Arif Abi'nin arkasındaki kabinin arkasında tuvalet vardır ve hemen yanında karşı köşede asma kata çıkan merdiven vardır. Bu merdivenlerden de alt kata mutfağa iniliyor bir de tabi. Mutfakta şiveli Türkçesiyle, göçmen Tülin Abla var. Dur durak bilmeden yemek yapıyor. Siparişlerin ardı arkası kesilmiyor. Tülin Abla'nın annesi de bulaşıkları yıkıyordu ama artık o çalışmıyor, onun yerine başka bir bulaşıkçı bulmuşlar.Sabah, öğle tatili gelmeden mutfakta yapılıp yukarı büfeye çıkarılan yemeklerin dışında, bir takım başka yemek sipraişleri veriliyor. Yukarıda misafirlerin ağırlandığı, siparişlerin alınıp götürüldüğü bir telaş yaşanırken Tülin Abla da aşağıda bu siparişlerle uğraşıyor. Bunlardan en ünlülerinden biri corodo denen tavuklı salata. Bu salatadan hergün onlarcasını sahiplerine ulaştırıyorum. Çok güzel bir görüntüsü var ama yemek hiç nasip olmadı. Bir diğeri ise penne chicken alfredo. Bu benim de bazen yaptığım kremalı tavuklu mantarlı makarna. Henüz mesai saatim bitmemiş ve ben hala çok açken, penne chicken alfredoyu götürdüğüm yerin asansöründe, üzerindeki streç filme burnumu dayayıp kokusunu içime çekmeye bayılıyorum.
Arif Abi ve diğerleri, yoğun olduğumuz saatlerde biraz fazla gergin oluyorlar. İşi çok ciddiye alıyor ve çok aceleyle çalışıyorlar. Özellikle Arif  Abi herşeyi kontrol altında tutmaya çalışan mükemmeliyetçi bir yapıya sahip. Bilgisayarda, zamana karşı yarıştığınız, aceleyle müşterinin istediği yemeği pişirip servis ettiğiniz oyunlara benziyor bu iş. Ama onlardan çok daha iyi çünkü bu onun gerçeği, çok daha fazla ayrıntısı var ve grafikleri çok daha iyi. Ayrıca oyuna parmak uçlarınla değil tüm vücudunla müdahale ediyorsun. Bir aşağı bir yukarı, tabak taşıyorsun, sipariş götürüyorsun, insanlara afiyet olsun diyorsun, 5-6 tabağı birden ter içinde Fındıklı'nın dik yokuşlarından ve merdivenlerinden çıkarıyorsun. Kirlileri aşağı indirip, büfede tabak kalmadıysa çok hızlı mutfağa inip yıkanmış tabakları kurulayıp yukarı çıkarıyorsun. Bu sayede tabi kaslarımı da geliştirmiş oluyorum. Gerçekten de spor salonuna gitsem bu kadar sert bir antrenman yapıyor olamazdım.
Bütün bunların üstüne bir de para aldığımdan ve şahane yemek yediğimden bahsetmeme gerek bile yok. O yüzden bu işi çok seviyorum. İşteki herkesi de sevdiğim için iyice seviyorum...
Bir de tabi sipariş götürdüğüm bazı yerlerdeki, kendini bir bok sanan, takım elbiseli iş adamları var. Seni aşağı görüyorlar resmen. Bu adamlarla, yine aynı şirketin çaycısı ya da güvenlik görevlisiyle kurduğum diyalog, alışveriş bambaşka oluyor. Onlarla aramızda gülümsemeler, kolay gelsinler, bir halden anlama oluyor. Ama diğer dallamalar sanki seninle arasına bir mesafe koyuyor, seninle ilişkisini olabildiğince profesyonel bir düzeyde tutuyor, soğuk bir tavır takınıyorlar. Yani yerini bilmelisin, tabii ki de kendisiyle aranızda bir takım seviye farkı olmalı. Ama o gerizekalıların, işlerini benim işimi sevdiğimin onda biri kadar bile sevdiklerini sanmıyorum. Herneyse o herifler umrumda bile olmuyor, benim için, insanlar arasındaki bu farkları gözlemlemek ve onlarla kurduğum ilişkilerde, benim gibi diğerleriyle birlikte emekçi olarak var olmak önemli olan.
Hayatımda bir gelişme daha var; 2-3 hafta önce okulda Murat ve Ali erasmusa başvurduklarını söylediler. Ve o gün son başvuru günüydü. Ben de hemen o anda erasmus yapmaya karar verdim. Bu gerçekten güzel bir fırsattı ve değerlendirmezsem ileride pişman olabilirdim. Başvuru için gerekli belgeleri hemencecik toparladım ve başvurumu yaptım. Geçenlerde ingilizce sınavı olduk, 90 aldım ve Murat'la seneye İspanya'ya gideceğiz. Sevilla'ya...
Bu arada uykum geldi. Yazıyı bir şarkıyla bitirmek istiyorum. Şu anda bunu dinlediğim için, bunu seçtim

7 Ekim 2011 Cuma

Nerdeyim lan ben!

Sevgili internet;
Ne zaman, nerede bilmiyorum ama çok garip şeyler yaşıyordum. Kim olduğumdan, ne yaptığımdan bile emin değilim, kimlerle olduğumu da bilmiyorum ve aslında hiçbirşey hatırlamıyorum da ama sonra birden kendimi karanlık bir odada yatıyor vaziyette buldum. Meğer uyuyormuşum ve uyanınca "Nerdeyim lan ben?" dedim. Güneş henüz doğmamış, biraz erken uyanmışım. İçinde buluduğum odayı biraz inceleyince hemen gerçekle burun buruna geldim; Doğru ya! Dün Sabiha Gökçen Havaalanına iniş yapmış, ülkeme dönmüştüm, babam beni havaalanından almış eve getirmişti, annemi, kardeşimi görmüştüm, akşam Yeliz, Fuat ve Derin bizdelerdi, onları da görmüştüm, akşam yorgunluktan uyuyakalmıştım ve babam beni kendi yatağına yatırmıştı. Onun odasındayım. Evdeyim. İstanbul'dayım... Okula gitmek için kendimi İstanbul denen bu şehre attım. İstanbul'da sokaklar ne kadar tenha, trafik ne kadar rahat, yerler ne kadar temiz. Ümraniye ne kadar nezih bir ilçe. İstanbul ne kadar güzel bir şehir. Türk kızları ne kadar güzel. Üsküdar - Kabataş motor yolculukları ne kadar da keyifli. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ne kadar güzel bir okul... Okulda ne kadar güzel arkadaşlarım var... Okulun yemeği ne kadar lezzetli... Türk sanat tarihi ne kadar güzel bir ders...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Hoscakal Kathmandu

Sevgili internet;
Su anda Kathmandu, Thamel'de bir internet cafedeyim, bu internet cafe daha once gittigim internet cafeye gore cok daha iyi. Bir pasajin icine, pasajin icindeki bir dukkana degil, pasajin icinde, koridora kurulmus, ama oyle pis, karanlik, dar biryer degil; genis, ferah, ustelik kalabalik ta degil. Bilgisayarlar ve internet gayet hizli, kullandigim usb card reader ise gayet duzgun calisiyor. Bir guzel yani da internet cafe isletmecisi bir bayan. Musterilerin hepsi de turist, bunun iyi yani onlarla ortak bir yanimizin olmasi ve yanimda oturan insanlarin ekranima bakmiyor olmalari. Kathmandu'nun ortasinda Thamel diye biryer var. Burasi butun otellerin oldugu, sehrin turistik yeri. Sokakta 2 dukkandan biri dagcilik malzemesi dukkani. Butun unlu dacilik malzemelerinin taklitlerini gayet kaliteli uretiyor ve cok ucuza satiyorlar. Onun disinda heryer tahta isciligi, otantik kiyafetler, kucuk tahta aparatini kenarinda gezdirince ses cikaran canak yani singing bowl ve mask dukkanlariyla dolu. Kathmandu' nun en iyi yanlarindan biri, burada hic sivrisinek yok.
En son konustugumuzda Varanasi'deydim. Oradan sonra, otobus sirketinin ayarladigi cok pis bir otelde gecirdigimiz bir gece ve 2 gun suren bir otobus, daha dogrusu minnibus yolculugunun sonunda Kathmandu'ya geldim. Varanasi'de, benim Lonely Planet sayesinde haberdar oldugum cok unlu bir lassi dukkani var, Blue Lassi. Simdiki isletmecinin dedesi acmis dukkani ve hala ayni gelenegi torunu devam ettiriyor. Orada kaldigim gunlerde lassilerinin tadina bakmis ve buyulenmistim. Varanasi'den ayrilmadan bir gun once, kaldigim otelin isletmecisinden, blue lassinin space lassi de yaptigini, hatta adinin bu yuzden blue lassi oldugunu ogrendim. O gun otele yerlesen Belcikali bir adam da karnini doyurmak icin disari cikiyordu, onu da kapip Blue Lassi shop a space lassiyi denemeye gittim. Bu sefer cikolata aromali istedim. Ayni mukemmel lassi lezzeti karsisinda buyulenirken, space lassiden pek bir etki beklemiyordum. Bu konuyu unutup, sabah cok erken uyanip Kathamandu otobusumun kalkacagi yere gitmek uzere, Belcikali adamla vedalasip, uyumaya odama gittim. Bikac saat sonra kitap okurken, beynimin cok hizli calismaya basladigini hissettim, cok acayip seyler oluyordu, ve anladim ki space lassi etkisini gostermeye baslamisti. Neyse ertesi sabah kafam hala ucuyorken ve kalkip onca yuku tasimaya mecalim yokken odami terkedip, yaklasik bir aydir Hindistan'da olmama ragmen daha once his gormedigim biryerde oldugum hissiyle ve sabahin korunde garip garip bakarak etrafi, insanlari izleyerek otobusumun kalkacagi yere yurumeye koyuldum. Oraya ulastigimda 9-10 tane turist, benim Kathmanduya gitmek uzere bekliyordu. 2 japon kiz, 1 japon cocuk, Hawai'de yasadigini soyleyen uzun boylu, orta yasli garip bir adam. Daha sonra arkadas olacagimiz Kathmandu'da ayni odayi paylasacagimiz Isvecli Magnus, bir Amerikali adam, 2 tane genc Myanmarli budist rahip ve bikac kisi daha... Neyse, otobus sirketinin ayarladigi otelde bize Kathmandu bir otel oneriyorlar burda kalmak ister misiniz diyorlar ve rezervasyon yapiyorlar. Rezervasyonla birlikte otele taksi servisi de var bu arada. Ilk gunumuz oldugu icin, Kathmandu'ya aksam varacagimiz ve cantalarimizla otel arayacak halimiz olmayacagi icin hepimiz teklifi kabul ediyoruz. Bize bu teklifi yaptiklari yer Hindistan-Nepal sinirinin 20-30 metre ilerisi, daha burada musteri kapma teskilati kurmus adamlar. Bu otelde geceyi gecirip 2. gun Kathmandu'ya dogru yol almaya basliyoruz. Minibusumuzun durdugu heryerde iceri girip yiyecek satan insanlar oluyor. En yaygini dikine ikiye bolunmus kocaman salatalik. Bir tane deniyorum, gayet lezzetli ve bir tanesi yaklasik 20 kurus. Yine boyle durdugumuz bir vakit, minibuse 4-5 yaslarinda cok sirin bir sokak cocugu giriyor. Benim yanima gelene kadar onumde oturan yolcularin sırayla yanlarina gidip ''biskut'' istiyor. Bu arada cocugun suratinda cok temiz ve guzel bir tebessum var ve cok sirin cocuk. Onumde oturan Japon kizlarla gulusuyorlar falan, onlardan birsey alamiyor ama susamis cocuk, onlarin su sisesinden, agzini degdirmeden biraz su iciyor. Sonra benim yanima geliyor. ''Biskut, biskut'' diyor bana. Siritiyorum ben, bu arada cok sirin cocuk, biskuvim olsa verirdim ama no biskut diyorum, o da suratinda, nasil anlatacagimi bilemedigim acayip iyimser bir ifadeyle ve acayip guzel bir gulumsemeyle once çenemden sonra da yanagimdan birer makas alip, arka koltuktaki insanlardan biskut istemeye gidiyor. Onlardan da birsey alamiyor ya da belki de almistir bilmiyorum, sonra cocuk minibusten cikmak uzere kapiya giderken tokalasiyoruz ve cocuk gidiyor. Neyse Kathmandu'ya variyoruz, rezervasyon yaptirdigimiz otelde Isvecli Magnus'la bana iki kisilik bir oda veriyorlar, burada bir gece kaldiktan sonra, otel isletmecisinin tum sinir bozucu israrlarini reddedip, benden biraz daha once Kathmandu'ya gelen yol arkadasim Cengiz' in tavsiye ettigi Cherry Guest House u bulmaya gidecegim. Magnus ta ucuz biryerler ariyor, beraber Cherry Guest House a gidiyoruz. Sinir bozucu olmayan, iyi insanlarin oldugu sirin biryer. Burada da sadece cift kisilik bos odalari var ve Magnus'la gayet guzel bir fiyata bu odaya yerlesiyoruz. Yerlesecegimiz odada kalanlar odadan cikmak icin hazirlaniyorlar, sonra da oda temizlenecek ve biz yerlesecegiz. Bu sirada koridorda beklerken otelin kitapligina Murat Coskunsoy diye birinin bagisladigi Nietzche'nin secilmis dusunceler kitabini karistirirken, orta yasli, uzun boylu, enerjik, cilgin, komik bir adam geliyor, bizim gibi, otele yeni gelmis ve bir odaya yerlesecek. Tanisiyoruz, icinde boyalarinin oldugu kocaman bir canta ve tuval sasesi tahtalari tasiyor. Ressam oldugunu ogreniyorum. Ben de resim bolumunde okudugumu soyluyorum. Neyse sonra bu adamla cok muhabbet ettik, adi Peter bu arada. Birbirimize eskizlerimizi gosterdik, bana bir parca tibet murekkebi hediye etti ve Camlin marka yagli boyalarini gosterdi. Cok guzel boyalar olduklarini soyledi ve bana da tavsiye etti. Katmandu'ya daha once de gelmis, yakinlarda bu boyadan satan biryer oldugunu soyledi ve ertesi gun o boyadan almaya gittik ama dukkani bulamadik. Indian yellow adli rengin cok guzel oldugunu ve inek cisinden uretildigini soyledi ve bana bir tup indian yellow ve bir tup te titanium white verdi. Ben de daha sonra ona cakimi verdim. Bana bircok hikaye anlatti. Macaristanliymis, orada guzel sanatlar fakutesinde okumus ama 85 yilinda isvece yerlesmis, 5 sene New York'ta yasamis. 2 sene kadar Hindistan'da yasamis. Ganj nehrini yuzerek gectigini soyledi ve Ganj nehrinin yaninda cirilciplak resim yaparkenki bir fotografini gosterdi. Hindistan'da kaldigi zamanlarda yakilan bir olunun resmini yapmis. New York' ta yasadigi donem, unlu bi sanatci olmadigi icin kafasi bozulmus, bir resmini post card olarak bastirip Museum of Modern Arts'in muzesinde, unlu resimlerin post cardlarinin arasina kendi bastirdigi post cardlarini gizlice koymus ve bunlardan 8 tanesi satilmis. Post cardin arkasinda da kendi adi, resmin adi, boyutlari, tarihi ve altinda Museum of Modern Arts yaziyor. Neyse dun sabah Everest'in yakinlarinda bir koye, Everest tepesinin resmini yapmak icin yaklasik 15 gun kalmaya gitti. Bu sabah ta Magnus Pokhara'ya gitti. Ve ben de sonunda evime donecegim. Bu aksam ucagim var.

Peter'in bana verdigi Tibet murekkebi
Terasimiz

Cherry Guest House terasimiz ve Peter

Otelimizin terasi

Swoyambu Nath'tan Kathmandu manzarasi

Burdaki turistik supermarkette filiz makarna satiyorlar

ve piyale hazir corba

Blue Lassi

Kathmandu fotograflari da bunlar iste. Burada hergun yagan muson yagmurlarinin anisina, kaydimi bir sarkiyla bitirmek istiyorum...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Varanasi

Sevgili internet,
Udaipur'dan ayrildiktan sonra bir sonraki duragim olan Varanasi'ye gidebilmek icin zorunlu olarak, daha once 5 gun kaldigimiz Jaipur'da duraklamak zorunda kaldim. Cunku Udaipur'dan Varanasi'ye dogrudan tren yokmus. Olabilecek en erken tren biletlerini ayirtmama ragmen Jaipur'da iki gece gecirmek zorunda kaldim ve onceki gelisimizde konakladigimiz Blue King Guest House'da konakladim. Tekrar ayni yerde, bu sefer yoldaslarim olmadan kalmak garipti. Daha once onlarla beraber bira ictigimiz otelin terasinda yalniz bira ictim. Kaldigim iki gun boyunca cogunlukla odamda keman calistim. Neyse, bu sabah Varanasi'ye vardim. Yol boyunca muhabbet ettigim iki cok iyi Hindistanli adamla beraber trenden indik, istasyondan ciktiktan bi sure sonra vedalastik. Yine herzamanki inadimla, turist gorunce saldiran herkesi tersleyerek haritamda otellerin oldugu bolgeye dogru yurumeye koyuldum. Artik tiksindigim ve bir an once kacmak ve uzaklasmak istedigim Hindistan kalabaliginin, gurultusunun ve pisliginin en yogun oldugu sehirlerden birine geldigimi gordum. Lonely planet'tan sectigim oteli ararken, sokakta turistlere yol gostericilik yapmayi kendine yol edinmis gibi gorunen bir adam geldi, yardim ister misin Varanasi'yle ilgili herseyi biliyorum dedi. Once, ''No, thanks'' diyerek, refleks haline gelmis tepkimi verdim. Sonra baska turlu olmayacagini anladim ve bulmaya calistigim otelin ismini verdim. Adamin pesine takildim ve 5 dakika sonra aradigim otelin onundeydim. O adam olmasaydi da bulabilmek icin en az yarim saat harcardim sanirim cunku adama sormadan once yanlis yone gidiyormusum. Adamin beni iyi niyetle aradigim yere goturmesine ve para istememesine sasirdim ve sonra bu insanlara karsi biraz daha yumusadim. Neyse sonra cantalarimi otele biraktiktan sonra muzik enstrumani aramak icin disari ciktim ve Bengali Tola Road u ariyorken bi adam yanima yanasti, berber oldugunu soyledi, sakallarini duzelteyim mi dedi, yok dedim. Bu arada adam hazir yanima gelmisken hem yok istemez derken bi yandan da aradigim sokagi sordum. Surda murda derken, ayni zamanda masaj da yapiyorum falan dedi yok mok derken elimi aldi biseyler yapmaya basladi. Noluyo lan derken adam baya baya elime masaj yapmaya basladi ve baya da iyi geldi adamin yaptigi seyler. Sonra ayakustu elime masaj derken gel soyle kenara otur oldu o. Pasa pasa gittim oturdum ben de. Masajin boyutu gittikce artti ve ne oldu anlamadim ama kendimi Ganj nehrinin biraz yaninda, sokagin kenarinda yerde pis bi bezin uzerinde yuzukoyun yatarken buldum. Adam sirtima masaj yapmaya basladi, sonra bi an vucuduma masaj yapan ellerin sayisinda bir artis hissettim. Bu fazladan eller de bacaklarima ve ayaklarima masaj yapiyordu. Suphe, got korkusu, her turlu buna benzer karisik duyguyla, ulan noluyo lan a.k. derken bi yandan da masajin mayistirici etkisiyle koyun gibi yatmaya devam ediyorum. Bu arada olayin basindan beri masajin mayistirici etkisine karsi direnmeye calisan zavalli zihnim, param olmadigi ve veremeyecegim gibi seyler soyleyerek pacayi kurtarmaya calisiyor. Adam da masajin arasinda ok ok sen mutlu ben de mutlu olurum sorun degil az bisey verirsin gibisinden gonul calan laflar serpistiriveriyor aralara. 10 yildir, dunyanin heryerinden insana bu masaji yaptigini ve bu masajin ayurvedic masaj oldugunu soyluyor.Masajin sonlarina dogru 150 bana 150 arkadasima verirsin gibisinden birseyler diyor. Bu arada yok mok diyorum tabi. Evirip cevirip, vucudumu iyice yogurduktan sonra bir de oturtup omurgami iyice citlatiyor. Yaptigi hersey aslinda baya rahatlatici, icten ice sevindirik olurken insan, adamin talep ettigi fiyata razi olasi geliyo. Herbir miktar daha rahatlamayla gonlunden kopariyor istedigi parayi. Adamlarin taktigi bu tabi. Neyse sonunda istedigi fiyatin yarisindan biraz fazlasi gibi birsey verip yeniden dogmus bir sekilde kalkip uzaklasiyorum oradan. Simdilik Varanasi' de basima gelen en ilginc ve komik olay bu, tabi bir de Keman hocama bir dilruba aldim. Diyorum ve bu kaydimi yakin zaman once ayrildigimiz yol arkadaslarim ''yoldaslarim''la beraber Delhi'de cekindigimiz fotografla bitiriyorum. Gorusmek uzere...

19 Eylül 2011 Pazartesi

Yarin Udaipur'dan ayriliyorum





Sevgili internet,
Yarin Udaipur'dan ayrilacagim. Burada 4 gece kaldim ve zamanimin en buyuk kismini, icine girdigim an manzarasina ve terasina hayran kaldigim otelim Dream Heaven Guest House'un terasinda gecirdim, ve orada ne yaptim dersin, bu resimleri cizdim. Once yukaridakini, sonra da hizlica ondan kopya cekip bir de tonlusunu yaptim keceli kalemlerimle. Ilkini yaparkenki sabrima ben bile hayret ettim. 3 gun boyunca toplamda asagi yukari 7-8 saat boyunca bu resimle ugrastim. Ustelik a4 boyutunda. Ara sira sikilmama, ne ugrasiyosun ya ugrasilir mi bununla abi dememe ragmen bir guc beni devam etmeye zorladi ve bundan keyif bile aldim. Ama hergun terasa gelip, artik iyice sahiplendigim bu balkonumsu kosede gecirdigim vakit boyunca iyice kafa dinledim, vucut ve kafa olarak dinlendim. Ama bugun ne yaptim? Terasa sadece kahvalti icin ciktim ve sonra bisiklet kiralayip Udaipur'u gercekten gezmeye ciktim. Pichola Lake'in biraz kuzeyinde bir de Fateh Sagar Lake varmis. Onun etrafini dolastim. Cok guzel yerler gordum. Bu fotografta gordugun yer aslinda gol, ama yuzeyi tamamen bir tur bitkiyle kaplanmis ve arkadaki bina ise Sheraton Hotel. Gercekten cok klasti. Udaipur'a birdahaki gelisimde Sheraton Hotel'de kalabilecek kadar zengin biri olarak gelicem ve orada kalicam. Simdilik bu kadar. Yakinda gorusmek uzere hoscakal.